Cosmos: A Spacetime Odyssey

Anlam Ayrımı Bulunmuyor.

2016 yılında @postman tarafından açılan bu başlık 2 entry ile zenginleşti ve 5207 defa ziyaret edildi.

25 dakikada okunabilir.

Bölüm 1


Kozmos!

Var olan, var olmuş ve var olacakların bütünüdür.

Bir nesil önce, gök bilimci Carl Sagan, tam burada durarak yüz milyonlarca insanı müthiş bir maceraya sürükledi; bilim aracılığıyla evrenin keşfine. Şimdi yola devam etme zamanı. Bizi sonsuz küçükten sonsuza, zamanın başlangıcından uzak geleceğe taşıyacak bir geziye çıkacağız. Galaksileri, Güneşleri ve Dünyaları dolaşacak, uzay-zamandaki yer çekimi dalgalarında sörf yapacak,

ateşte ve buzda yaşayan canlılar görecek, ölümsüz yıldızların gezegenlerini gezecek, Güneşler kadar büyük atomlar ve atomlardan küçük evrenler keşfedeceğiz.

Kozmos aynı zamanda bizi de anlatan bir hikaye. Dünya'yı arşınlayan avcı ve toplayıcıların, yıldızlara varan öyküsü. Bu macerada kahraman çok. Bu yolculukta hayal gücümüz, rehberimiz olacak ama o da tek başına yeterli değil çünkü doğanın gerçekliği, akıl almaz ölçüde muhteşemdir. Bu macerayı, pek çok araştırmacı neslinin benimsediği, son derece basit kurallar mümkün kıldı;

deney ve gözlemlerle fikirleri sınamak, sınavı geçen fikirleri ilerletip, geçemeyenleri elemek, her koşulda delilleri takip etmek ve her şeyi sorgulamak. Bu şartları kabul ederseniz kozmos sizindir.

Şimdi benimle gelin.

Kozmosun en uç noktalarına uzanacaksak, kozmik adresimizi bilmeliyiz. Adresimizin ilk satırı Dünya. Bildiğimiz tek yuvamız olan Dünya'dan ayrılıp, kozmosun en uç noktalarına uzanacağız.

En yakın komşumuz Ay'da, ne gökyüzü, ne okyanus, ne de hayat vardır. Sadece kozmik darbelerin izleri görülür.

Yıldızımız, rüzgarların, dalgaların ve yeryüzündeki yaşamın güç kaynağıdır. Güneş, Güneş Sistemindeki gezegenleri çekimi sayesinde çevresinde tutar. Merkür bunlardan ilkidir.

Bulutlarla çevrili Venüs. Sera etkisi yüzünden bir nevi cehenneme dönmüştür.

Mars. Neredeyse Dünya ile aynı alanda karaya sahip bir gezegen. Mars ve Jüpiter'in yörüngelerinin arasındaki bir gök taşı kuşağı da Güneşin etrafında döner.

Dördü devasa, düzinelerce uydusuyla Jüpiter, başlı başına bir Güneş Sistemidir. Kütlesi, diğer tüm gezegenlerin toplamından fazladır. Jüpiter'in büyük kırmızı lekesi, yüzyıllardır devam eden, gezegenimizin 3 katı büyüklüğünde bir kasırgadır.

Güneş sistemimizin incisi Satürn, etrafında yavaş yavaş dönen sayısız kar topunun oluşturduğu halkalara sahiptir ve her kar topu birer küçük uydudur.

Eskiden bilinmeyen ancak teleskobun * icadından sonra keşfedilenler. Uranüs ve Neptün. En dıştaki gezegenler.

En dıştaki gezegenin ötesinde, on binlerce donmuş Dünya vardır. Plüton da onlardan biridir.

Yuvadan en uzağa gitmiş uzay aracımız Voyager-1. 1 milyar yıl sonrası için bir mesaj taşıyor. Kim olduğumuza, neler hissettiğimize ve yaptığımız müziklere dair.

Bu uçsuz bucaksız kozmik okyanusun açıldığı sayısız farklı Dünya, önümüzde uzanıyor. Buradan bakınca Güneş, sıradan bir yıldız gibi görünebilir ancak çekim gücü, Güneş sisteminin yaklaşık 5 milyar yıl önceki oluşumundan kalmış, 1 trilyon donmuş kuyruklu yıldız üzerinde hala etkilidir. Bu gruba Oort bulutu denir. Daha önce hiç kimse görmedi. Göremezdi de. Çünkü bu küçük dünyaların arasındaki en kısa mesafe, Dünya ile Satürn arasındaki mesafe kadar. Bu devasa kuyruklu yıldız bulutu, Güneş sistemini çevreliyor. Kozmik adresimizin ikinci satırı da bu.

Başka yıldızların gezegenlerini çok yakın zamandan beri tespit edebiliyoruz ancak çok sayıda gezegen olduğunu biliyoruz. Sayıları yıldızlardan fazla. Hemen hepsi Dünya'dan muhakkak çok farklıdır. Bildiğimiz haliyle yaşam bulunması da mümkün değil. Peki yaşam hakkında ne biliyoruz? Sadece tek bir yaşam biliyoruz. Dünya'dakini.

Bomboş uzayı görebiliyor musunuz? İnsan gözü, uzaydaki ışığın çok azını görebilir ama bilim bize, duyularımızın algılayamadıklarını görme fırsatı sunar. Kızılötesi, gece görüş gözlüğüyle görülebilen bir ışık türüdür. Karanlığa bir kızılötesi sensörü bırakalım. Başıboş bir gezegen. Güneşi olmayan bir dünya. İşte orada. Galaksimizde sayıları milyarlarca. Sonsuz karanlıkta sürükleniyorlar. Kimsesizler. Yıldız sistemlerinin kaotik doğumunda, anne yıldızlarından uzağa sürülmüşler. Başıboş gezegenlerin çekirdeği eriyip yüzeyi donmuş olabilir. Bu iki uç arasındaki bölgede sıvı halde su dahi bulunabilir. İçinde de bir şeyler yüzüyor olabilir. Kim bilir?

Samanyolu'nun kızılötesi görünümü bu. Burada sadece parlak olanlar değil, her bir nokta birer yıldız. Kaç yıldız var? Kaç Dünya var? Canlı olmanın kaç yolu var? Bu resimde bizim yerimiz nedir?

Dışarı uzanan oradaki kolu görüyor musunuz? Bizim yaşadığımız yer orası. Merkeze 30 bin ışık yılı uzakta. Samanyolu Galaksisi kozmik adresimizin bir sonraki satırıydı. Şuan evimizden 100 bin ışık yılı uzaktayız. Var olan en hızlı şey, yani ışık, Dünya'dan bize 100 bin yılda ulaşabiliyor.

Spiral yapılı Andromeda Galaksisi komşu galaksimiz. Bu iki dev galaksiye ve birkaç küçük galaksiye yerel grup adı verilir. Buradan kendi galaksimizi bile bulamıyoruz. Başak Süper Kümesindeki binlerce galaksiden biri o da.

Bu ölçekte, en küçük noktalar dahil gördüğümüz her nesne birer galaksidir. Her bir galakside, milyarlarca Güneş ve sayısız Dünya vardır. Yine de Başak Süper Kümesinin tamamı dahi, evrenimizin çok küçük bir parçasını oluşturuyor.

İşte kozmosa dair bilebildiğimiz en geniş ölçek. Yüz milyarlarca galaksinin bulunduğu bir ağ ve kozmik adresimizin son satırı da bu. Şimdilik.

Gözlemlenebilen evren nedir peki? Bizler için, uzay-zamanda görebileceğimiz mesafenin bir sınırı vardır. Bu, kozmik ufkumuzdur. Bu ufkun ötesinde, evrenin fazla uzak olan kısımları bulunur. Evrenin 13.8 milyar yıllık tarihi, oradan bize ışık ulaşması için yeterli bir süre olmadı. Pek çoğumuz, gözlemlenebilir evrendeki dünyaların, yıldızların, galaksilerin ve kümelerin, sonsuz bir evren denizinde küçücük bir baloncuk olduğunu düşünüyoruz. Yani çoklu bir evrende, evren ardına evren, ucu bucağı olmayan dünyalar.

Kendinizi küçük mü hissettiniz? Eh kozmosu düşününce küçüğüz tabii. Bir toz tanesinin üzerinde yaşayan, akıl almaz bir enginlikte süzülen insancıklar olabiliriz ama küçük düşünmüyoruz. Bu kozmik perspektif, neredeyse yeni sayılır. Çok değil daha 400 yıl önce, minik Dünya'mız Kozmos'un geri kalanından bihaberdi. Teleskop yoktu. Evren, çıplak gözle görülebildiği kadardı. 1599'da, herkes Güneş'in, gezegenlerin ve yıldızların, Dünya'nın etrafında dönen, gökyüzündeki ışıklar olduğuna ve bizim için yaratılmış, küçük bir evrenin merkezinde olduğumuza inanıyordu.

Bu gezegende sonsuz büyüklükte bir kozmosu tahayyül edebilen bir tek adam vardı. Peki bu adam 1600 senesinde, yılbaşında ne yapıyordu? Ne yapsın... Hapisteydi tabii.

Hepimizin, hayatımızda evrenin merkezi olmadığımızı, çok daha büyük bir şeyin parçası olduğumuzu anladığımız bir an vardır. Büyümenin bir parçasıdır bu. Hepimizin başına geldiği gibi 16. yüzyılda medeniyetimizde de gerçekleşmeye başladı. Teleskoptan önceki, evrenin çıplak gözle görülebildiğinden ibaret olduğu bir Dünya'yı düşünün. Dünya'nın hareketsiz olduğu barizdi. Gökteki her şey de. Güneş, Ay, yıldızlar ve gezegenler bizim etrafımızda dönüyordu.

Sonra Polonyalı bir gök bilimci ve rahip olan Nicolaus Copernicus, radikal bir düşünce öne sürdü. Merkez Dünya değildi. O sadece gezegenlerden biriydi ve diğerleri gibi O da Güneş'in etrafında dönüyordu. Protestan reformcu Martin Luther dahil pek çoğu, bu fikri, Kitabı Mukaddes'e hakaret olarak yorumladı. Dehşete düşmüşlerdi ama başka birine nazaran Copernicus bile yeterince ileri gitmemişti. O kişinin adı Giordano Bruno idi ve doğuştan asiydi.

Bu sıkış tıkış küçük evrenden çıkmak istiyordu. Napoli'de genç bir Dominican rahibi olduğu zamanlarda bile uyumsuzdu. İtalya'da düşünce özgürlüğü olmayan bir dönemdi bu ama Bruno, Tanrının Eseri hakkında her türlü bilgiye açtı. Kilisenin yasakladığı kitapları okumaya cür'et etti ve sonunu getiren de bu oldu. Kitaplardan birinde, 1500 yıl önce ölmüş, Antik Romalı bir adam, çok daha büyük bir evreni fısıldadı ona. Bruno'nun bildiği Tanrı kadar sonsuz.

Lucretius, okuyucusundan, evrenin kıyısında durup bir ok atmasını hayal etmesini istemişti. Ok ilerlemeye devam ederse evrenin kıyısı olduğunu düşündüğümüz yerden ötesi de olduğu anlaşılacaktı ama ok ilerlemeye devam etmezse mesela bir duvara çarparsa o zaman o duvar da evrenin kıyısı olduğunu düşündüğümüz yerden ötede olacaktı. Bu sefer duvarın üstünde durup bir ok daha atarsanız, yine aynı iki ihtimal söz konusu olacaktı. Ok ya sonsuzluğa doğru yol alacak ya da üstünde durup yine ok atabileceğiniz bir sınıra çarpacaktı. Yani her halükarda evrenin sınırı bulunmuyordu. Kozmos sonsuz olmalıydı. Bunlar Bruno'ya gayet mantıklı geldi. Taptığı Tanrı da sonsuzdu neticede. Bu durumda yaratılış da bundan azı olamazdı. Ancak kilise daha fazla göz yummadı ve onu kapının önüne attı. En son düzenli işi bu oldu.

Daha sonra 30 yaşına geldiğinde, kaderini belirleyen bir imge gördü. Rüyasında yıldızlara sarılıp sarmalanmış bir Dünya'da uyandı. Bir an müthiş bir korkuya kapıldı. Kendine güvendi ve sonsuzluğa doğru kanat açıp uçtu. Herkesin görmeye çabaladıklarını ardında bıraktı ve bulunduğu yerde yukarı, aşağı, kenar veya merkez yoktu. Güneş gibi başka yıldızlar olduğunu gördü. Bizimki gibi dünyaları olan başka güneşler gördü. Bu enginliğe vakıf olmak aşık olmaya benziyordu.

Bruno, kendini bu işe adayıp sonsuzluk öğretisini Avrupa'da yaymaya başladı. Tanrıyı seven herkesin, yaradılışa dair bu daha yüce görüşü, doğal olarak benimseyeceğini varsayıyordu ama yanılıyordu. Memleketindeki Roma Katolik Kilisesi, İsviçre'deki Calvinistler * ve Almanya'daki Lutheristler * tarafından aforoz edildi. Bruno, İngiltere'de Oxford'da konuşma yapma davetini hemen kabul etti. "Nihayet" dedi. Dengi olan kişilerle vizyonunu paylaşabilecekti ancak düşündüğü gibi olmadı. Arif olan dersini alırdı ama Bruno, öyle biri değildi. Büyüleyici Kozmos imgesini kendine saklayamadı. Yaşadığı dünyada bunun cezası ne kadar vahşi, zalim ve sıra dışı olsa da.

Giordano Bruno'nun yaşadığı dönemde, kilise ve devlet işlerinin ayrılığı veya ifade özgürlüğünün, her bireyin kutsal hakkı olması gibi şeyler yoktu. Geleneksel inanca uymayan bir fikri dillendirmek, başınızı büyük belaya sokabilirdi. Bruno, ihtiyatsızca İtalya'ya geri döndü. Belki de memleketini özlemişti ama yine de oranın, Avrupa'da ayak basabileceği en tehlikeli yerlerden biri olduğunu bilmesi gerekirdi. Roma Katolik Kilisesinin engizisyon adı verilen bir mahkeme sistemi vardı ve yegane amacı, karşıt görüş dile getirenleri tespit edip onlara azap çektirmekti.

Bruno çok geçmeden düşünce polisinin eline düşecekti. Sonsuz bir evrene tapan bu avare, 8 yıl tecritte çürüdü. Dur durak bilmeyen sorgulamalara rağmen görüşlerinden vazgeçmeyi reddetti. Kilise, Bruno'ya eziyet etmek için neden bu kadar uğraşıyordu? Neden korkuyorlardı? Bruno haklıysa kutsal kitaplar ve kilisenin otoritesi sorgulanabilir hale gelebilirdi. Sonunda engizisyon kardinalleri hükmü verdi.

  • Peder
    Kutsal tesliseyi ve Hz. İsa'nın kutsallığını sorgulamaktan Tanrının gazabının sonsuz olmadığına ve herkesin kurtulacağına inanmaktan, başka dünyaların varlığını öne sürmekten suçlu bulundun.
  • Diz çök! Yazdığın bütün kitaplar toplanıp Aziz Petrus Meydanında yakılacak.
  • Giordano Bruno
    Kutsal peder! Tecritte geçirdiğim 8 yılda düşünmek için çok vakit buldum.
  • Peder
    Yani tövbe edecek misin?
  • Giordano Bruno
    Yaradana olan sevgi ve saygım sonsuz bir yaradılışa olan inancımı tazeliyor.
  • Peder
    Tövbe etmeyenlere uygun görülen cezanın uygulanması için Roma Valisi'ne teslim edileceksin.
  • Giordano Bruno
    Benim hükmü duymaktan korktuğumdan çok, siz onu vermekten korkar gibisiniz!


Bruno'nun şehit olmasından 10 yıl sonra, Galileo Galilei bir teleskopla ilk defa baktığında, Bruno'nun baştan beri haklı olduğunu gördü. Samanyolu, çıplak göze görünmeyen sayısız yıldızlardan oluşuyordu. Gökyüzündeki o ışıkların bazıları da başka dünyalardı. Bruno bilim adamı değildi. Onun Kozmos imgesi isabetli bir tahminden ibaretti çünkü delili yoktu. Çoğu tahmin gibi bu da yanlış çıkabilirdi ama fikir bir defa öne sürülünce başkaları için bir hedef görevi görmüştü. Sadece çürütme amaçlı bile olsa.

Bruno uzayın devasalığına bir göz atmıştı ama zamanın hayret verici enginliğini düşünememişti. Nadiren yüzyıldan fazla yaşayan insan, Kozmos'un hikayesinin yayıldığı engin süreyi kavramayı nasıl umabilir ki?

Evren 13.8 milyar yaşında. Kozmik zamanı anlamaya çalışmak için onu 1 yıla indirgeyelim. Kozmik takvim 1 Ocak'ta evrenimizin doğuşuyla başlıyor. O zamandan bu güne, yani bu takvimde 31 Aralık gece yarısına kadar olmuş her şeyi içeriyor. Bu ölçekte, her ay yaklaşık 1 milyar yılı temsil ediyor. Her gün yaklaşık 40 milyon yılı temsil ediyor. Gidebildiğimiz kadar geriye, evrenin ilk anına gidelim.


1 Ocak. Büyük patlama. Zamanda görebildiğimiz ilk nokta bu. Şimdilik.

Evrenimiz bir tek atomdan bile küçük bir noktada doğdu. Uzayın kendisi kozmik bir yangınla patladı. Böylece evren genişledi ve bugün bildiğimiz enerjiyi ve maddeyi doğurdu. Çılgınca bulacaksanız biliyorum ama büyük patlama teorisini destekleyecek, gözleme dayalı sağlam deliller bulunuyor. Kozmostaki helyum miktarı ve patlamadan arda kalmış parlak radyo dalgaları * mesela. Evren genişledikçe soğudu ve yaklaşık 200 milyon yıl boyunca karanlık hüküm sürdü. Yer çekimi, gaz kütlelerini çekip ısıtırken, 10 Ocak'ta ilk yıldızların ışığı doğdu. 13 Ocak'ta bu yıldızlar, ilk küçük galaksileri oluşturdu. Bu galaksiler de bir araya gelerek daha büyük galaksiler oluşturdular. Samanyolu dahil. Samanyolu Galaksisi 11 milyar yıl önce, yani kozmik yılımıza göre 15 Mart'ta oluştu. Yüz milyarlarca farklı güneş. Bizimki hangisi? Henüz doğmadı. Diğer yıldızların küllerinden doğacak.

Şu paparazzi flaşları gibi ışıkları görüyor musunuz? Her biri birer supernova. Dev bir yıldızın ihtişamlı ölümü. Yıldızlar ölür ve onlara özel doğum odası gibi yerlerde yenileri doğar. Devasa gaz ve toz bulutlarındaki yağmur damlaları gibi yoğunlaşırlar. O kadar ısınırlar ki atomun içindeki çekirdekler birbirine bağlanıp soluduğumuz oksijeni, kaslarımızdaki karbonu, kemiklerimizdeki kalsiyumu ve kanımızdaki demiri oluşturur. Hepsi çoktan yok olmuş yıldızların yanıp tutuşan kalplerinden doğmuştur. Sizlerde, bende, hepimizde yıldız kumaşı vardır.

Bu yıldız kumaşı, devam eden yıldız nesilleri boyunca mütemadiyen geri dönüşür ve zenginleşir. Bizim yıldızımızın doğumuna daha ne kadar var? Epey var. Parlamaya başlaması 6 milyar yılı bulacak. Kozmik takvimimize göre Güneş'imizin doğum günü 31 Ağustos. Yani 4.5 milyar yıl önce. Güneş sistemimizdeki diğer dünyalar gibi bizim Dünya'mız da daha yeni oluşmuş, Güneş'in yörüngesindeki bir gaz ve toz halkasından doğdu. Arka arkaya çarpışmalar, kalıntılardan büyüyen bir top oluşturdu.

Şuradaki gök taşını görüyor musunuz? Hayır hayır o değil, diğeri. Yanındakinin çekim gücü onu 2.5 cm sola ittiği için bugün var olabiliyoruz. Güneş Sistemi ölçeğinde 2.5 cm ne fark yaratır? Bekleyin birazdan anlayacaksınız. Az sonra...

Dünya, ilk 1 milyar yıl boyunca çok hırpalandı.
Yörüngedeki kalıntılar, birbirleriyle çarpışıp kaynaşarak çığ etkisiyle Ay'ı oluşturdular. Ay, o şiddet dolu dönemden hatıradır. O zamanki Dünya'nın yüzeyinde dursanız, Ay 100 kat daha parlak görünürdü. O zamanlar bize 10 kat daha yakındı. Çekim gücü samimiyetimizi ilerletmişti. Dünya soğudukça denizler oluşmaya başladı. Dalgalar 1000 kat daha yüksekti ve zaman ilerledikçe kıyılarla aralarındaki sürtünme Ay'ı daha da uzağa itti.

Küçük gezegenimizde yaşam, 21 Eylül'de, 3.5 milyar yıl kadar önce başladı. Nasıl başladığını hala bilmiyoruz. Samanyolu'nun başka bir kısmından gelmiş olabilir. Yaşamın kaynağı, bilimin çözülmemiş en büyük gizemlerinden biridir. Yaşam gelişiyor. Son derece karmaşık faaliyetler için gereken biyokimyasal içerik oluşuyor. 9 kasımda canlılar nefes almaya, hareket etmeye, beslenmeye, çevresine tepki vermeye başlıyor. O öncü mikroplara çok şey borçluyuz. Evet. Bir şey daha var. Seksi de onlar buldu.

17 Aralık epey hareketli bir gündü. Denizde yaşam geliştikçe gelişti. Daha büyükçe bitki ve hayvanlarla doldu. Tiktaalik karaya çıkan ilk hayvanlardan biriydi. Başka bir gezegene gitmek gibi olmuştur herhalde. Ormanlar, dinozorlar, kuşlar, böcekler, hepsi Aralık ayının son haftasında evrim geçirdi. İlk çiçek 28 Aralık'ta açtı.

Eski ormanlar büyüyüp öldükten ve battıktan sonra kalıntıları kömüre dönüştü. 300 milyon yıl sonra biz insanlar, medeniyetimiz için hem güç kaynağı hem de tehdit unsuru olan o kömürü yakıyoruz.

Güneş Sistemi oluşurken gördüğümüz gök taşını hatırladınız mı? Biraz sola itilen hani? İşte geliyor. Kozmik takvimde 30 Aralık günü sabah saat 6:24. 100 milyon yıldan uzun süre boyunca bizim atalarımız olan küçük, memeli hayvanlar, korku içinde ayak altında dolaşırken, dinozorlar Dünya'nın hakimiydi. O gök taşı her şeyi değiştirdi. Hiç kıpırdamamış olduğunu varsayalım. Dünya'ya çarpmayacaktı ve belki dinozorlar hala var olacaktı. Biz ise hiç olmayacaktık. Varoluşun tesadüfe ve şansa dayalı olmasına çok iyi bir örnektir bu.

Evren şuan 13.5 milyar yaşında. Bizden ise hala iz yok. Bu takvimin temsil ettiği uzun zaman zarfında, biz insanlar ancak kozmik yılın son gününün son saati dahilinde evrimleşebildik.

23. saat, 59. dakika, 46. saniye. Kayda geçmiş tüm tarihi veriler, son 14 saniyeye işaret ediyor. Adını duyduğumuz her bir insan da bu zaman diliminde yaşadı. Tüm o krallar ve muharebeler, göçler ve icatlar, savaşlar ve aşklar, tarih kitaplarındaki her şey kozmik takvimin son saniyelerinde gerçekleşti ama kozmik zamanda böyle kısa bir ana bakacaksak ölçek değiştirmemiz gerekir.

Biz Kozmos'ta yeniyiz. Hikayemiz kozmik yılın son gecesinde başlıyor. Yılbaşı gecesi saat 21:45. Üç buçuk milyon yıl önce atalarımız yere ayak izi bırakmaya başlıyor. Bizler ayağa kalkıyor ve yolumuzu ayırıyoruz. İki ayak üzerinde durmamızla beraber sabit şekilde yere bakmayı bırakıyoruz. Artık büyülenmiş vaziyette gökyüzüne bakabiliriz. İnsan varlığının yaklaşık 40 bin nesillik bir dönemini, gezerek, küçük avcı ve toplayıcı grupları ile yaşayarak, alet yaparak, ateşi kullanarak, nesnelere isim vererek geçiriyoruz. Hepsi kozmik takvimin son 1 saatinde.

Sonrasında olanları öğrenmek için kozmik yılın son gecesinin son dakikasına bakacak şekilde tekrar ölçek değiştiriyoruz. 23:59. Evren'in zaman çizelgesinde o kadar yeniyiz ki resim çizmeye, kozmik yılın ancak son 60 saniyesinde başlamışız. Yani alt tarafı 30 bin yıl önce. Astronomiyi de bu noktada icat etmişiz. Aslında hepimiz gök bilimci soyundan geliyoruz. Hayatımız, kışın gelişini ve yabani sürülerin göçünü öngörebilmek için yıldızları okumayı becerebilmemize bağlıydı ama sonra 10 bin yıl kadar önce, yaşam biçimimizde bir devrim başladı. Atalarımız, çevrelerini şekillendirmeyi, yabani bitki ve hayvanları ehlileştirmeyi, toprağı işlemeyi ve yerleşimi öğrendiler. Bu her şeyi değiştirdi. Tarihimizde ilk defa taşıyabileceğimizden fazla eşyamız oldu. Takibini yapmak için bir yöntem gerekti. Gece yarısına 14 saniye kala. Yani 6000 yıl kadar önce yazıyı icat ettik. Tahıl ölçümlerinden fazlasının kaydını tutmamız da uzun sürmedi. Yazarak düşüncelerimizi kaydedebildik ve uzay zamanda çok daha ileriye gönderebildik. Kilden bir tabletteki minik işaretler, bizi ölümsüz kılmanın yöntemi oldu. Hz. Musa 7 saniye önce doğdu. Buda 6 saniye önce. Hz. İsa 5 saniye önce. Hz. Muhammed 3 saniye önce. 2 saniyeden kısa süre önce Dünya'nın iki yarısı birbirini keşfetti ve kozmik takvimin ancak son saniyesinde doğanın sırlarını ve kanunlarını incelemek için bilimi kullanmaya başladık. Bilimsel yöntemin gücü öyle büyüktür ki sadece 400 yılda bizi, Galileo'nun ilk kez teleskopla bakmasından, Ay'da ayak izimizi bırakmamıza kadar götürmüştür. Kozmostaki yerimizi ve zamanımızı görebilmek için uzay-zamana bakabilmemizi sağlayan da odur.

Carl Sagan, 1 nesil önce kozmostaki ilk yolculuğa rehberlik etti. 20. yüzyılın en başarılı bilim elçisi olduğu kesin ancak kendisi, öncelikle bir bilim adamıydı. Carl, gezegenler hakkındaki bilgimize büyük katkıda bulundu. Satürn'ün devasa uydusu Titan'daki metan göllerini doğru tahmin etti. Erken dönem Dünya atmosferinde, kuvvetli sera gazları * olduğunu gösterdi. Mars'taki mevsim değişikliklerinin, toz fırtınalarından kaynaklandığını ilk anlayan o idi. Carl, Dünya dışı akıllı yaşam ve canlı arayışında bir öncüydü. Uzay Çağının ilk 40 yılında, Güneş Sistemini keşfe yönelik, bütün büyük uzay görevlerinde önemli roller üstlendi ama bunları yapmakla kalmadı.

O zamanlar ben kimdim? Bilim adamı olma hayali kuran, Bronx'lu bir gençtim ve Dünya'nın en meşhur gök bilimcisi, beni New York Itaka'ya davet edip, bir cumartesi gününü benimle geçirmek için vakit ayırdı. O karlı günü dün gibi hatırlarım. Beni otobüs durağında karşıladı ve beraber Cornell Üniversitesindeki laboratuvarını gezdik. Carl, masasının altından bu kitabı çıkarıp imzaladı.

Geleceğin gök bilimcisi Neal'a. Carl

Gün sonunda, beni otobüs durağına bıraktı. Kar yoğunlaşmıştı. Ev telefonunu bir kağıda yazıp bana verdi ve otobüs seferi iptal olursa, onu arayıp, geceyi ailesiyle beraber, onun evinde geçirmemi teklif etti. Bilim adamı olmak istediğimi zaten biliyordum ama o gün, Carl'dan nasıl bir insan olmak istediğimi öğrendim. Bana ve pek çok başka insana yardım etti. Bilimi öğrenip öğretmemize ve icra etmemize ilham kaynağı oldu. Bilim, işbirliğine dayalı ve pek çok nesli kapsayan bir girişimdir. Meşalenin öğretmenden öğrenciye ve tekrar öğretmene geçmesi, zihinlerin bir araya gelip geriye doğru antik zamanlara, ileriye doğru yıldızlara uzanmasıdır.

Şimdi benimle gelin.

Yolculuğumuz daha yeni başlıyor!
27 dakikada okunabilir.

Bölüm 2



Bu hikaye size ve bana dair. bir de köpeğinize.

Çok da geçmişte kalmamış bir zamanda, köpeklerin henüz var olmadığı bir dönem vardı. Şimdi büyüğü, küçüğü, kucak düşkünü, bekçisi ve avcısı var. İsteyebileceğiniz her cinsten. Peki bu nasıl oldu? Nereden geldiler? Farklı canlılar nereden geliyor? Cevap: bir dönüştürme kudretinden. Masallardan fırlamışa benziyor ama öyle değil.

30 bin yıl önceye, köpeklerden önceki zamana dönelim.

Atalarımız son buzul çağının bitmek bilmez kışında yaşıyordu. Tüm bitki ve hayvanlar yabaniydi. Atalarımız küçük gruplar halinde yaşayan gezginlerdi. Yıldızlar altında uyurlardı. Gökyüzü onlar için bir hikaye kitabı, bir takvim, yaşama dair bir el kılavuzuydu. Evleri, Dünya'nın kendisiydi ama başka aç yaratıklardan korkarlardı. Dağ aslanları * ve ayılar onlarla aynı avların peşine düşer, bu sırada kurtlar, aralarındaki zayıfları yakalayıp mideye indirebilirdi.

Bütün kurtlar kemiği ister ama çoğu yaklaşmaya korkar. korkuları kanlarındaki yüksek seviyedeki stres hormonundan kaynaklanır. Bu bir hayatta kalma meselesidir. Zira insanlara fazla yaklaşmak, canlarına mal olabilir ama doğal sebeplerden ötürü, Bazı kurtlarda stres hormonu seviyesi daha düşüktür. Onlar insanlardan daha az korkar.

Bu kurt, atalarının 15.000 yıl önce çözdüğü şeyi şimdi keşfetti. Muazzam bir hayatta kalma taktiği.

İnsanları evcilleştirmek.

"İnsanlar avlansın, onları tehdit etme! çöplerini karıştırmana izin vereceklerdir. Daha düzenli beslenirsin, daha çok ürersin. Mizacın da nesline miras kalır."

Bu sakin yaklaşımın, her nesille daha da güçlenmesiyle, Bu vahşi kurt nesli evrim geçirdi ve başka bir türe dönüştü: köpeğe. Dost olan hayatta kalır diyebiliriz buna. Şimdi olduğu gibi o zaman da insanlar için avantajlıydı bu. Kalıntıları tüketen köpekler sadece temizliğe değil, güvenliğe de yardımcı oluyordu. Türler arası bu ortaklık devam ettikçe, köpeklerin görünümü de değişti. Sevimlilik, doğal seçilimde bir avantaj oldu. Ne kadar sevimliysen yaşama ve genlerini aktarma şansın o kadar yüksekti. Elverişlilikten doğan bu işbirliği, zamanla derinleşen bir dostluğa dönüştü.

Daha sonra olanları görmek için 20 bin yıl önceki atalarımızdan ayrılıp buzul çağına, daha yakın zamandaki bir ara döneme gidelim.

İklim değişikliği bir devrim başlatıyor. İnsanlar artık gezici hayat yerine yerleşik hayatı tercih ediyor. Dünya'da artık yeni bir şey var. köyler. İnsanlar hala avcılık ve toplayıcılık yapıyor ama artık yiyecek ve giysi de üretiyorlar. Kurtlar düzenli beslenmek için özgürlükten ve eş seçme hakkından vazgeçtiler. Artık insanlar onların adına seçim yapıyor. Eğitilen köpekleri besleyince, sizi ısıranları öldürüyor. Kendilerini memnun eden köpeklerin soyunu devam ettiriyorlar. Hizmet eden köpeklere iyi bakıyorlar. Avlanan, sürü güden, bekçilik eden, yük taşıyan ve onlara yarenlik eden köpeklere. Her bakımdan en beğendikleri yavruları seçiyorlar. Nesiller boyunca köpekler evrim geçiyor. Bu tür evrime, yapay seçilim veya yetiştiricilik deniyor. Kurtların köpeğe dönüşümü, insanların evrimde dizginleri ele almasının ilk örneğidir. O zamandan beri, ihtiyacımız olan bitki ve hayvanları şekillendirmek için bunu yapıyoruz.

Kozmik zamanda göz açıp kapayıncaya kadar yani 15 - 20 bin yılda kurtları, bugün sevdiğimiz köpeklere dönüştürdük. Bir düşünün! Gördüğünüz tüm köpek cinslerini insan eli şekillendirdi. En iyi dostlarımızın çoğu, en popüler cinsler, son birkaç yüzyılda yaratıldı. Evrimin inanılmaz gücüyle yırtıcı kurtlar, sürüyü koruyup, kurtları kovalayan sadık çoban köpeklerine dönüştü. Yapay seçilim, kurdu çoban köpeğine, yabani otları da buğdaya ve mısıra dönüştürdü. Hatta bugün tükettiğimiz neredeyse tüm bitki ve hayvanlar, yabani ve daha az yenilebilir atalarından geliyor. Yapay seçilimle sadece 10 - 15 bin yılda böyle değişimler olabiliyorsa bir de milyarlarca yıllık doğal seçilimin yapabileceklerini düşünün! cevap: hayatın tüm güzelliği ve çeşitliliği.

Peki bu sistem nasıl işliyor? Benimle gelin...

Pek size öyle gelmeyebilir ama 2 milyon yıldır bir buzul çağında yaşıyoruz. Bu da sadece uzun süreli ara dönemlerden biri. Bu 2 milyon yılın çoğunda iklim soğuk ve kuruydu. Kuzey Kutbu Buzul Bölgesi bugünküne göre çok daha güneye yayılmış durumdaydı. O uzun soğuk buzul dönemlerinden birinde, kışın denizlerdeki buz tabakası, bugünkü los angeles'a kadar uzanırken irlanda'nın donmuş, ıssız topraklarında ayılar gezerdi.

Bir ayı sıradan gibi görünebilir ama içinde sıra dışı bir şeyler oluşuyor. Yeni bir türü doğuracak şeyler. Görebilmemiz için ölçeğimizi epeyce küçültmemiz, hücre seviyesine inmemiz lazım. Ayının üreme sistemini inceleyeceğiz. Köprücük altı atardamarından girerek kalpten geçeceğiz. Geldik sayılır.

Bunlar yumurtalarından bazıları. İçlerinde ne olduğuna bakmak için daha da küçülüp molekül seviyesine inmemiz lazım. Bu ölçekte milyonlarcası bir kum tanesine sığabilir.

Şu kirişlerin orada dolaşanları görüyor musunuz? Onlar kinesin adı verilen proteinler. Kinesin, hücre içinde yük taşıyan ekibin bir parçasıdır. Ne garip görünüyorlar... Ama bu minik varlıklar ve onun gibileri, yaşayan her hücrede bulunur. Sizinkiler dahil.

Yaşamın bir mabedi varsa o da burada, çekirdektedir. DNA'mızı içerir. Genetik kodumuzun kutsal yazıtıdır. Yaşamın her türünün okuyabileceği bir dilde yazılmıştır.

DNA uzun ve burulmuş bir merdivene veya bir çift sarmala benzer bir moleküldür. Merdivenin basamakları, 4 farklı türde, daha küçük moleküllerden oluşur. Gen alfabesinin harfleridir bunlar. Bu harflerin belli başlı dizilimleri, canlılar için komutlar içerir. Büyümeyi, hareket etmeyi, sindirmeyi, çevreyi hissetmeyi, iyileşmeyi ve üremeyi anlatır. DNA çift sarmalı, atom adı verilen, yaklaşık 100 milyar parçadan oluşan moleküler bir makinedir. DNA'mızın tek bir molekülünde tipik bir galaksideki yıldız sayısı kadar atom bulunur. Bu, köpekler, ayılar ve tüm canlılar için geçerlidir. Her birimiz küçük birer evreniz.

Hücreden hücreye ve nesilden nesle geçen DNA mesajı, büyük bir itinayla kopyalanır. Yeni bir DNA molekülünün doğumu, ayrılan bir proteinin, çift sarmalının, iki ipliğini çözmesi ve basamakları ayırmasıyla başlar.

Çekirdek sıvısının içinde gen şifresinin moleküler harfleri serbestçe dolaşır. Sarmalın her bir ipliği kaybolan eşini kopyalar. Böylece birbirinin aynısı iki DNA molekülü oluşur. Yaşam, genleri bu şekilde çoğaltır ve nesilden nesle aktarır. Canlı bir hücre ikiye bölündüğünde her biri DNA'nın tam bir kopyasını beraberinde görür. DNA'nın düzgün kopyalanmasını sağlamak için özel bir protein, sadece doğru harflerin aktarıldığını teyit eder ama kimse mükemmel değildir. Ara sıra hatalar gözden kaçar ve genetik kodlarda küçük rastgele değişiklikler oluşur.

Ayının DNA hücresinde bir mutasyon gerçekleşti. Bu kadar küçük ve rastgele bir olayın, çok daha büyük sonuçları olabilir. Bu mutasyon neticesinde post rengini kontrol eden gen değişti. Bu ayının yavrularında, post rengi pigmenti üretimi etkilenecek. Çoğu mutasyon zararsızdır. kimisi ölümcüldür. Pek azı da tamamen şans eseri bir organizmaya kritik avantajlar sağlayabilir.

Aradan 1 yıl geçti. Ayımız anne oldu. Mutasyon sonucunda iki yavrudan biri beyaz postla doğdu. Yavrular tek başına dolaşacak kadar büyüdüğünde, hangisi avlara daha sinsice yaklaşabilecek?
Boz ayı karda kolayca fark edilebilir. Beyaz ayı ise gelişip güçlenir ve kendi genlerini aktarır. Bu böyle devam eder. Nesiller boyunca beyaz post geni tüm kutup ayısı nüfusuna yayılır. Koyu post geni hayatta kalma yarışında mağlup olur. Mutasyonlar tamamen rastlantısaldır ve her zaman gerçekleşebilir ama çevre, hayatta kalma şansını arttıranları mükafatlandırır. Hayatta kalmaya daha yatkın olanları da doğal olarak seçer. Bu seçilim de rastlantının tam tersidir. İki ayı nüfusu birbirinden ayrıldı ve binlerce yıllık bir süreçte onları farklı kılan başka özellikler geliştirdiler.
Farklı türler haline geldiler. Charles Darwin türlerin kökeni derken işte bunu kastetmişti. Tek bir ayı evrim geçirmez. Ayı nüfusu, nesiller boyu evrim geçirir.

Küresel ısınma sebebiyle kutup buzulları azalmaya devam ederse, kutup ayılarının nesli tükenebilir. Buzsuz ortama daha eğimli olan boz ayılar, onların yerini alacaktır. Bu, köpeklerin hikayesinden farklıydı. Bu değişiklikleri insanoğlu yönlendirmedi. Seçimleri çevre yaptı. Bu, doğal seçilim aracılığıyla evrimdir. Yani bilim tarihinin devrim niteliğindeki en büyük konsepti. Darwin, bu fikre dair ilk delillerini 1859'da sunmuştu. Yarattığı tartışmaların da ardı arkası kesilmedi.

Peki neden?

Maymunlarla atalarımızın ortak olduğu düşüncesinden gelen rahatsızlık hissini hepimiz anlayabiliriz. Akrabaları insanı rezil edebilir. En yakın akrabalarımız olan şempanzeler sıklıkla uygunsuz davranışlar sergiler. Kendimizi onlardan soyutlama ihtiyacı anlaşılabilir. Geleneksel inancın merkezindeki unsurlardan biri, tüm hayvanlardan bağımsız olarak yaratıldığımızdır. Bu fikrin neden popüler olduğunu görmek kolay. Kendimizi özel hissetmemizi sağlıyor. Peki ya ağaçlarla akrabalığımız? Bunu bilmek nasıl bir his?

Şimdi meşe ağacının DNA'sının bir kısmını ele alalım. Bunu bir barkod gibi düşünün. Yaşam kodundaki bu komutlar, ağacın şekeri nasıl metabolizma edeceğini söylüyor. DNA yalan söylemez. Bunu benim DNA'mdaki aynı kısımla kıyasladığımda bu ağaçla ben, ayrı düşmüş kuzenler olduğumuzu görebilirim.
Sadece ağaçlarla da kalmıyor. Yeterince geri giderseniz kelebekler, kurtlar, mantarlar, köpek balıkları, bakteriler ve serçelerle atalarımızın ortak olduğunu görebilirsiniz. ne aile ama? Barkodun diğer kısımları türden türe değişir. Bir baykuşla bir ahtapot arasındaki farkı belirleyen de budur.

Tek yumurta ikiziniz yoksa sizinle aynı DNA'yı paylaşan da yoktur.

Diğer türlerde genetik farklar, doğal seçilimin ham maddesini oluşturuyor. Hangi genlerin hayatta kalıp çoğalacağını çevre belirliyor. Temel yaşam fonksiyonlarıyla ilgili, örneğin şekeri sindirmek gibi genel komutlar söz konusu olunca biz ve diğer türler neredeyse tıpatıp aynıyız. Çünkü bu komutlar o kadar temel ki farklı yaşam türleri birbirlerinden ayrılmadan önce oluşmuşlar. Yaşam ve çeşitlilik, bir ağaç ve dalları gibidir. Bilim sayesinde yeryüzündeki tüm yaşam türlerini içeren bir aile ağacı oluşturmayı başardık. Genetik olarak yakın akrabalar, Aynı dalda yer bulurken uzak kuzenler daha uçlarda. Küçük dalların her biri bir canlı türü. Ağacın gövdesi ise yer yüzündeki tüm yaşamın ortak atalarını temsil ediyor. Yaşam şekillendirilmeye öyle müsait ki ortaya çıktığı zamandan beri çevre ona sayısız farklı biçim verdi. Bir sayfada gösterebileceğimizden 10 bin kat daha fazla. Biyologlar sırf böceklerde yarım milyon farklı türü kayıt altına aldı. Sayısız bakteri çeşidini de unutmamak lazım. Bilimin halen haberdar olmadığı, yaşayan milyonlarca hayvan ve bitki türü var. Düşünsenize. Yeryüzündeki canlıların çoğunu tanımıyoruz bile. Sırf bu küçük gezegendeki yaşam çeşitliliğine bakın. Yaşam ağacı her yöne uzanır. İşe yarayanı bulup kullanır. Yeni yaşam türleri için yeni çevreler ve fırsatlar yaratır. Yaşam ağacı 3.5 milyar yaşındadır. Bu süre etkileyici numaralar çevirmesi için yeter de artar bile.

Evrim bir hayvanı bitki gibi gösterebilir.

Avcıları kandırıp başka yerde yiyecek aramasını sağlamak için binlerce nesil süresince özel bir kostüm yaratabilir veya bir bitkiyi hayvan gibi gösterebilir. Orkide goncaları * eşek arısı görünümüne bürünerek gerçek eşek arılarını polen taşımaları için kandırabilir. Doğal seçilimin müthiş şekil değiştirme gücüdür bu. Büyük yaşam ağacının yoğun ve birbirine dolanmış uzantıları arasında milyonlarca küçük daldan biriyiz.

Bilim, dünya'da yaşamın bir olduğunu gösterir.

Darwin evrimin ana mekanizmasını keşfetmiştir. Yaygın inanış, yaşamın karmaşıklığı ve çeşitliliğinin bu milyonlarca farklı türü tek tek yaratmış olan zeki bir tasarımcının işi olması gerektiğiydi. Canlılar, rehberi olmayan evrimin sonucu olamayacak kadar karmaşık deniyordu.

İnsan gözünü yani bir karmaşıklık timsalini ele alalım. Görüntüleri yorumlamak için kornea, iris, mercek, retina, göz sinirleri, kaslar ve ayrıca beyindeki ayrıntılı sinir ağı gerekiyor. İnsan aklının ürünü olan herhangi bir cihazdan çok daha karmaşık. Demek ki insan gözü, akılla hareket etmeyen evrimin ürünü olamaz deniyordu. Bunun doğru olup olmadığını görmek için zamanda yolculuk etmeli, görecek gözlerin bulunmadığı bir dünyaya gitmeliyiz.

Başlangıçta yaşam kördü. 4 milyar yıl önce görecek gözler yokken Dünya'mız böyle görünüyordu. Birkaç yüz milyon yıl sonra, bir gün bir bakterinin DNA'sında mikroskobik bir kopyalama hatası meydana geldi. Işığa duyarlı bir bakterinin Dünya'yı nasıl gördüğüne bakalım mı? Görüntünün sağ tarafına bakın!


Bu rastgele mutasyon neticesinde mikrop, gün ışığını emen bir protein molekülüne sahip oldu. Işığa duyarlı bir bakteri gün ışığını, sudayken, karanlığın içinde belli belirsiz, bulanık bir gölge dalgalanması gibi fark edebilir. Tüm canlı topluluklarında olduğu gibi mutasyonlar, rastgele gerçekleşmeye devam etti. Başka bir tanesi karanlığı seven bir bakterinin, ışıktan kaçmasına yol açtı.

Neler oluyor burada?

Evet gece ve gündüz. Işığı karanlıktan ayırt edebilen bakteriler diğerlerine göre daha avantajlıydı çünkü gün ışığı DNA'ya hasar veren zararlı ultraviyole ışığı saçıyordu. Hassas bakteriler DNA'larını karanlıkta güvenle devam ettirmek için yoğun ışıktan kaçtılar. Yüzeyde kalan bakterilere göre çok daha fazlası hayatta kaldı.

Zamanla ışığa duyarlı proteinler daha ileri seviyedeki tek hücreli organizmalarda, tek bir pigment bölgesinde yoğunlaştı. Böylece ışığı bulmak mümkün oldu. besin üretmek için ışığı kullanan organizmalarda büyük bir avantajdı bu.

Bir yassı solucan, Dünya'yı işte böyle görüyor. Bu çok hücreli organizmanın pigment bölgesinde bir gamze oluşmuş. Bu küçük girinti, ışığı gölgeden ayırt etmesini ve çevresindeki nesneleri, bilhassa yiyebileceği ve kendisini yiyebilecek şeyleri kolayca algılayabilmesini sağlıyor. Muazzam bir avantaj. Daha sonra işler biraz daha netleşti.

O gamze derinleşti ve küçük açıklığı olan bir çukura dönüştü. Binlerce nesil boyunca doğal seçilim, yavaş yavaş gözü yaratıyordu.

Açıklık küçülerek koruyucu şeffaf bir zarla örtülü bir iğne deliğine dönüştü. Küçük delikten çok az ışık girebiliyordu ama gözün hassas iç yüzeyinde loş bir görüntü oluşturmak için yeterliydi.

Bu, odağı netleştirdi. daha büyük bir açıklık olsa daha fazla ışık girer ve görüntü daha parlak olur ama odak söz konusu olamazdı. Bu gelişmeyle amansız bir görsel mücadele başladı. Rakiplerin hayatta kalması için yetişmesi gerekiyordu.

Ama sonra gözde müthiş bir gelişme oldu. Hem parlaklık hem de net odak sağlayan bir mercek. İlkel balıkların gözlerinde iğne deliğinin yakınlarında transparan jel bir merceğe dönüştü.
İğne deliği de daha çok ışık alabilmek için büyüdü. Balıklar artık hem yakını hem uzağı yüksek netlikte görebiliyordu ama sonra korkunç bir şey oldu.

Bir bardak sudaki pipetin su yüzeyi hizasında kırılmış göründüğünü fark etmiş miydiniz? Bunun sebebi ışığın ortamdan ortama geçerken kırılmasıdır. Örneğin sudan havaya geçerken. Gözlerimiz aslında suda görmek için evrimleşmişti.

Bu, gözlerdeki sıvı kırılması etkisinin yarattığı bozukluğu ortadan kaldırıyordu ama karadaki hayvanlar için görüntü, kuru havadan sulu gözlere taşınıyordu. Bu esnada ışık huzmeleri kırıldığı için görüntüler bozuluyordu.

Amfibik atalarımız sudan karaya çıktığında suda görmek üzere evrimleşmiş olan gözleri açık havada pek başarılı değildi. Gözlerimiz bir daha asla o kadar iyi göremedi. Şimdi gözlerimizin şaheser olduğunu düşünürüz ama aradan 375 milyon yıl geçmişken hala burnumuzun önündeki şeyleri veya karanlıktaki ince ayrıntıları balıklar kadar iyi göremiyoruz. Sudan çıktığımızda neden doğa işe baştan başlayıp bize açık havada görmeye uygun bir çift göz için evrim geçirtmedi? Çünkü doğanın işleyişi böyle değildir. Evrim var olan yapıları küçük değişikliklerle uyarlayarak nesiller boyunca tekrar şekillendirir. En başa dönüp sıfırdan başlayamaz. Gelişimin her aşamasında evrimleşen göz hayatta kalmak için seçilimde avantaj sağlayacak şekilde işlev göstermiştir.

Şu an yaşayan tüm hayvanların gözleri de farklı gelişim aşamalarındadır. Hepsi de işlev gösterir.

İnsan gözünün karmaşıklığı doğal seçilim aracılığıyla evrim için çocuk oyuncağıdır. Hatta evrim olmadan göz ve gözün biyolojisi anlamsızdır.

Kimileri evrimin bir teoriden ibaret olduğunu öne sürüyor. Öylesine bir fikirmiş gibi. Evrim teorisi tıpkı yer çekimi teorisi gibi bilimsel bir gerçektir. Evrim gerçekten olmuştur. Yeryüzündeki yaşamla bağımızı kabullenmek bana kalırsa sadece bilimsel bir gerçeklik değil, içimizi coşkuyla dolduran manevi bir histir.

Evrim kör olduğu için felaketleri öngöremez veya onlara göre yol çizemez. Yaşam ağacının kırılan dalları da olmuştur. Pek çoğu da yaşamın gördüğü gelmiş geçmiş en büyük 5 felakete kurban gitmiştir.

Bir yerlerde kaybettiğimiz türler için bir anıt var. Adı yok oluş anıtı. Gelin benimle...

Yok oluş anıtı'na hoş geldiniz. Yaşam ağacının kırılan dallarına adanmış bir anıt.

Bugün yaşayan milyonlarca türe karşılık belki milyarlarcası da yok olmuştur. Çoğu diğer yaşam formlarıyla günlük rekabetleri çerçevesinde yok oldu ama bir çoğunun gezegeni sarsan dev felaketlerle sonu geldi. Bu son 500 milyon yılda tam 5 kez yaşandı. Yeryüzündeki nesilleri tüketen 5 büyük felaketten en kötüsü 250 milyon yıl önce, permian * adı verilen dönemin sonunda gerçekleşti.


Trilobite'ler deniz tabanında büyük sürüler halinde avlanan kabuklu canlılardı. Evrimle görüntü algılayan gözler geliştiren ilk hayvanlardandı. Trilobite cinsi uzun yaşadı. 270 milyon kadar. Dünya bir zamanlar Trilobite'lerin gezegeniydi ama hepsi öldü. Nesilleri tükendi. Eşi benzeri görülmemiş bir doğal afette pek çok başka türle beraber yeryüzünden yok olup gittiler.

Bu kıyamet, şimdi sibirya olarak bilinen yerde başladı. İnsanlığın görmediği ölçüde şiddetli volkanik patlamalarla. O zamanlar dünya çok farklıydı. Tek bir süper kıta ve bir büyük okyanus vardı. Dinmek bilmeyen alev alev lav akıntıları Batı Avrupa'dan daha geniş bir bölgeye yayıldı.
Aralıklı patlamalar yüz binlerce yıl boyunca devam etti. Eriyen kayalar kömür depolarını ateşe verdi ve hava karbondioksit ve sera gazlarıyla kirlendi. Bu Dünya'nın ısınmasına ve okyanus akıntılarının durmasına sebep oldu.

Zehirli bakteriler gelişti ama denizlerdeki neredeyse diğer her şey öldü. Dingin sular havaya ölümcül hidrojen sülfür gazı salarak karadaki çoğu hayvanın boğularak ölmesine neden oldu. gezegendeki tüm türlerin 10'da 9'u yok olmuştu. Buna "büyük yok oluş" adını veriyoruz. Yeryüzündeki yaşam tamamen yok olmaya o kadar yaklaşmıştı ki toparlanması 10 milyon yıldan uzun sürdü ama yeni yaşam formları permian dönemde yok olan türlerin boşluğunu doldurmak için yavaş yavaş evrimleşti.

En ön plandakilerden biri dinozorlardı. Artık dünya onların gezegeniydi. 150 milyon yıldan uzun süre hüküm sürdüler. Sonra bu da bir başka toplu yok oluşla son buldu. Çağlar boyunca Dünya'daki yaşam pek çok darbe aldı ama hala ayakta. Yaşamın inatçılığı insanı hayrete düşürüyor. Yaşamı olmayacağını düşündüğümüz yerlerde bile buluyoruz.

Yok oluş Anıtı'nda ismi olmayan bir koridor var. Onun hikayesi henüz yazılmadı. Başka bir zamana kalsın.

Kaynar suda veya katı buzda yaşayabilen bir hayvan biliyoruz. Tek damla su olmadan 10 yıl yaşayabilir. Soğuk uzay boşluğunda ve uzayın yoğun radyasyonunda korunmasız halde ilerleyip zarar görmeden dönebilir. Tardigrat. Su ayısı. En yüksek dağların zirvesi de, en derin denizlerin dibi de onun için yuvadan farksız. Arka bahçemizdeki yosunlarda da sayıca yüksek oranda bulunuyorlar. Onları hiç farketmemişsinizdir. Çünkü çok küçüktürler. İğne ucu kadar diyelim. Ama pek dayanıklılar. Tardigratlar 5 toplu yok oluştan da sağ çıktı. 500 milyon yıldır dünya'dalar. Yaşamın müşkülpesent olduğunu ancak fazla sıcak, fazla soğuk, fazla karanlık, fazla tuzlu, asitli veya radyoaktif olmayan yerlerde tutunacağını düşünürdük ve ne yaparsanız yapın su eklemeyi sakın unutmayın. Ama yanılmışız. Dayanıklı tardigrat, bize yaşamın insanlar için kati surette ölüme yol açacak şartlara karşı koyabileceğini gösteriyor. Ama bizimle, gezegenimizdeki en uç şartlarda bile bulunabilen yaşam arasındaki farklar aslında belli başlı tek bir konunun farklı boyutları. Dünya'daki yaşamın gen şifresinin.

Peki ya başka dünyalarda yaşam nasıl olurdu? Tarihi, kimyası ve evrimi bizimkinden çok daha farklı olan dünyalarda...

Sizi götürmek istediğim uzak bir dünya var. Bizimkinden çok farklı. Ama orada yaşam olabilir. Gerçekten varsa da hiç görmediğimiz gibi olacağı kesin.

Bulutlar ve sis, Satürn'ün dev uydusu Titan'ın yüzeyini gizliyor. Titan bana biraz yuvamızı anımsatıyor. Dünya'daki gibi çoğunluğu nitrojenden oluşan bir atmosfere sahip ancak 4 kat daha yoğun. Titan'ın havasında hiç oksijen yok ve Dünya'daki herhangi bir yerden daha soğuk. Ama ben yine de oraya gitmek istiyorum. Yüzeyi görmek için birkaç kilometrelik sisi aşmak lazım. Ama bu sisin altında tuhaf bir şekilde tanıdık bir manzara yatıyor.

Dünya'mızdan başka güneş sisteminde yağmur görülen tek gezegen Titan.

Nehirleri ve kıyı şeritleri var. Titan'da yüzlerce göl bulunuyor. Hatta bir tanesi Kuzey Amerika'daki Superior Gölünden büyük. Bu göllerden yükselen buhar yoğunlaşıp tekrar yağmur olarak düşüyor. Yağışlar nehirleri beslerken nehirler de vadiler oluşturuyor. Tıpkı Dünya'daki gibi. Ama büyük bir fark var. Titan'daki denizler ve yağışlar sudan değil metan ve etandan oluşuyor. Dünya'da bu moleküller doğal gaz oluşturur. Buz gibi titan'da ise sıvı haldeler.

Titan'da su bol ancak tamamı donmuş vaziyette. Aslında yer şekilleri ve dağların çoğu su buzulu. Titan -100 derecesiyle suyun sıvı kalamayacağı kadar soğuk.

Carl Sagan'dan sonra astrobiyologlar Titan'ın hidrokarbon göllerinde yaşam olup olmadığını merak etti. Böyle bir yaşamın kimyasal temeli bizim bildiğimiz her şeyden farklı olmalıydı. Dünya'daki yaşam sıvı halde suya bağlıdır. Titan'ın yüzeyinde su yok. Ama başka yaşam türleri hayal edebiliriz. Oksijen yerine hidrojen tüketen, karbondioksit yerine metan üreten canlılar olabilir. Enerji kaynağı olarak şeker yerine asetilen kullanabilirler. Bu zift gibi sularda böylesi yaratıkların hüküm sürüp sürmediğini nasıl öğrenebiliriz?

Adını İskandinav mitolojisindeki deniz canavarından alan Kraken Denizine dalıyoruz. İçinde o deniz canavarları olsa bile muhtemelen göremeyiz. Öyle karanlık. Dünya'mızdaki tüm petrol ve doğal gaz Titan'ın rezervlerinin sadece çok az bir kısmına denk gelir.

Size anlatmak istediğim son bir hikaye var. Bilimin anlattığı gelmiş geçmiş en müthiş hikaye. Bizim, Dünya'mızdaki yaşamın hikayesi.

Dünya'nın 4 milyar yıl önceki haline hoş geldiniz. O zamanlar Dünyamız böyle görünüyordu. Nasıl başladığını kimse bilmiyor. O dönemden delillerin çoğu, darbeler ve erozyonlarla yok olmuş. Bilim bilgi ve cehalet arasındaki sınırda faaliyet gösterir. Bilmediğimizi itiraf etmekten çekinmeyiz. Bunun utanılacak bir yanı yok.

Utanılacak tek şey tüm cevapları bilir gibi davranmaktır.

Belki de bunu okuyanlardan biri dünya'da yaşamın nasıl başladığı gizemini çözecek kişi olacak.

Yaşayan mikroplardan toplanan delillere bakılırsa ilk ataları yüksek sıcaklık tercih ediyormuş. Dünya'da yaşam batmış yanardağ ağızlarının etrafındaki sıcak suda başlamış olabilir. Carl Sagan orijinal kozmos serisinde 4 milyar yıllık tek hücreli organizmalardan sizlere kadar kopmadan uzanan o bağı gözler önüne sermişti.

40 saniyede 4 milyar yıl. Geceyi gündüzden ayırt edemeyen yaratıklardan, kozmosu keşfeden varlıklara...